
Türkiyenin hangi sokağında yürürseniz bir Kürt ile karşılaşma olasılığınız ne kadar yüksekse Kürt sorunuyla da günlük hayatta karşılaşmanız o kadar mümkündür. İşte size güncel bir örnek ; 6 milyon dolar(Peh peh peh!), 2000 çocuk arasından seçilen çocuklar, 3000 boşaltılmış köy arasından seçilen bir köy ve Güneşi Görmek. Mahsum Kırmızıgül'ün son hiper filmi. Hiçbir Kürd'ün bu filmi bir sinema eleştirmeni gibi eleştirebileceğini sanmıyorum (Kürtler sinemayı eleştiremiyorlar demiyorum tabi ki). Çünkü Kürtler için filmin kalitesinden öte filmin zamanlaması ve mesajı önemlidir. Ben de böylesi bir açıdan güneşi görmeye çalışacağım.
Öncelikle, 'Önce öldür, sonra film yap' modası ülkemizin sınırlarını yavaş yavaş zorlamaya başladığını söylemeliyim. Almanya,Vietnam , Filistin, Ruanda Afganistan ve daha nice coğrafyalar bu modanın birer örneğiydi. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi, yüzleşmek denilen şey bu mu? Bundan şüpheliyim desem herhalde karamsar sayılmam. Burda kurcalayıcı iki durum söz konusu. Birincisi filmleri izlerken 'a' ne güzel öldür-ül-müşler- mi?, Ya da - ay kuzum içim gitti valla! gibi yapay duyguları ifade eden cümleler mi avunacağız yoksa! Filmi bir kenara bırakıp varolan realiteye dimdik bakarak nedenlerini mi sorgulayacağız? Birincisinin taraftarının daha kalabalık ve daha fanatik olacağı üzerine şimdiden bahse girebilirim.
21.yy da Kürtlere acıyarak yaklaşmanın Kürtleri hep acınacak durumda bırakmayla aynı anlamı taşıdığını belirtmekte fayda var. Filmde de böylesi bir duygusal seramoni yaratılmaya çalışılıyor. Bildiğim kadarıyla bir bakan bile filmi izlerken ağlamış. Kimseye aman ağlamayın ne olursunuz deme hakkımız yok. Ağlamak sınırsız bir özgürlüktür ve gözyaşı insanın en saf hali olup Kürtlerin de en aşina olduğu hallerden bir tanesi belki de en önemlisidir. İnsan bu gözyaşı ve acı sendromundan sonra işe mantıksal çerçevede bakınca şunları sormadan edemiyor. Ağlıyorsanız niye hala ağlatıyorsunuz. Acıyorsanız niye hala acı çektiriyorsunuz. Yok eğer acımıyorsanız karşınızdaki güçlüdür o zaman niye ciddiye almıyorsunuz derim size...
Kürt sorunu sanata malzeme yapılacaksa biraz daha vicdan ve cesaret biraz daha gerçek biraz daha zamanlama payı iyi kullanılırsa daha iyi sonuçlar alınmaz mı? Yoksa savaş ile yeterince bir pazara dönüştürülen Kürt sorunu, yasal anlamda hiçbir güvenceye kavuşmamışken bir de sanat yoluyla farklı bir sektöre dönüşecektir. Bölgede kuma, erkeklerin erkek çocuk istemesi, kan davaları (ki modern savaşlar en büyük kan davaları değil midir? ) gibi artık çok az görülen meselelerin güncellendiği dizi filmler bunun somut örneğidir. Diziler bölgenin yaşamını son model jiplerle elli yıl geriden takip ediyor. Böylesi film ve dizilerin ortak özelliği Kürtlerin bu film ve dizilerde anlatılanların çok daha ötesinde olaylar yaşamışken ve aslında birçok konuda yol kat etmişken bunlara değinmeyip işlerine geldiği gibi davranmalarıdır.Yani hiçbir şey eskisi gibi değildir.Yani güneşi görmek değil güneşe dokunmak ya da bulut olmaya çalışmak değil bulutun kendisi olmak gibi bir realite görmezden geliniyor.
Şunu görmemiz gerekiyor. Kürtler artık Ramo Memo değildir ya da kimse Mahsum'un filmde yaptığı gibi erkek evladım olsun diye dizlerini titretmiyor artık .Dönüp dönüp aynı mevzuları tekrarlamak yerinde saymayı meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Mahsum Kırmızıgül bu diyalektiğin neresindedir acep? Zorunlu göçe tabi tutturulan kaç aileyi Norveç'te siyah jipli solcu dayıları karşıladı,ya da sürgünde yaşayan kaç solcunun siyah jipi veya sarışın eşleri var.
Peki, açlığın, yoksulluğun, yersiz-yurtsuz kalmanın ve ölümün ortasında zorunlu göç mağduru travestiyi kim nasıl anlasın be adam? Kürtler töre cinayetlerinden vazgeçip bu sefer de travestileri mi öldürüyorlar diyecez.Ya erkek çocuğun çamaşır makinesine atılmasına ne demeli? Bunu Kürtlerin cehaleti olarak mı algılayacağız yoksa arabesk bir akımdan kopup gelen bir sinema cahilliği, sinema yetmezliği olarak mı?
Eğer Mahsum bu filmi bundan on altı yıl önce yapmış olsaydı biraz daha etkileyici olabilirdi.Yazık ki on altı yıl önce Mahsum alem buysa kral benim şiarıyla yola çıkmıştı (filmde de erkek çocuk sahibi olma isteği, erkek krallığının bir nostaljisi olarak bu şiarın hala taptaze olduğunun ipuçları gibi duruyor) ve tamda 80'den sonra depolitize edilmiş toplumumuzun duygularını okşayan bu şiarla ortalığı kasıp kavurmuştu. Ferdi'nin Orhan'ın ve Müslüm'ün yapamadığını o yapmıştı. Orhan abiler, Müslüm babalar birer mucit gibi jileti keşfetmişlerdi. Abi ve Baba olma payını kendilerine ayırıp kutsal bir ayinle, cılızlaşan halkı kanatarak onlara dizlerinin üstünde yaşamayı öğretmişlerdi. Neyse ki Mahsum halkı ayağa kaldırmıştı. Beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır misali herkes her şeyi Mahsum sayesinde unutmuştu.
Böylesi bir yanılsama arenasında Kardeşim Mahsum Ortadoğuya has melankoliye , ezikliğe, çaresizliğe ve sömürülmeye rağmen bir boğa hırçınlığıyla arenaya dalıp niye herkesin kral olmadığını derin derin işliyordu o zamanlar. Bu türküyü dinleyen herkes psikolojik bir boşalmayla beraber bir türkünün sözlerinde kısa bir süreliğine bile olsa kendilerini krallar gibi hissedebiliyordu. Zaten bütün sorun da buydu ya. Kraaaaaaal olmak. Netekim sokaklar çıplak krallardan geçilmez oldu ya. Ne çabuk unuttunuz...
O yıkılmadım ayaktayım ile dertleriyle başbaşalığını haykırırken yanı başında binlerce insan yerlerinden yurtlarından ediliyordu ve aslında yıkılan şeyin bir insanın arabesk duyguları değil binlerce yıldır beraber yaşayan halkların duygudaşlığı, kardeşliği ve akrabalığıydı. Belki de en önemlisi yitirilen empatiydi. Mahsum o zamanlar bunları hissedemiyecek kadar ya kurnaz idi ya da korkak. O bebeğim derken yüzlerce bebeğin babasız büyüdüğünü, soğuk, karanlık ve köhne odalarda nasıl büyütüldüklerini çok iyi biliyordu. Mahsum biraz buralardan geliyor...
Tabi ki tüm bunların müsebbibi Mahsum'dur diyecek kadar insafsız değilim. Eleştirilen şey sürekli aynı notadan ses veren, bıkıp usanmadan kulağımızı tırmalayan gazelin kendisi ve as solistleridir. Eleştirilen şey ezberci mantığın beyaz perdeye taşınmasıdır. Niyetimiz Mahsum'a evlat bu işi beceremiyorsun sen git kral ol demek değil. Ama şu bir gerçektir ki kendi kusurlarının farkında olmayan birisi birilerinin hayatını kusurlu bir film haline getiriyorsa o birilerinin de o kusurları eleştirme hakkı tabi olacaktır. Hiçkimsenin masum olmadiği ülkemizde Mahsum hiç masum değildir. Bu acı ikliminde aydınların ve politikacıların payı olduğu kadar Mahsum ve saz arkadaşlarının (İbo artık büyümüş Emrah vb.) payı çok daha büyüktür. Çünkü yıllarca Türk halkını kandıran da kendileriydi. Şirin şirincik görünerek aslında hiçbir sorunun olmadığını, Kürtlerin hepimizin bildiği ortak türkülerle ortalığı şenlendirdiğini ve dudak dudağa öpüşüp film bile yapabileceklerini onlar bize gösterdiler.
Bu nedenle Güneşi Görmek gecikmiş bir refleks gibidir. Gecikmiş refleksin ise hiçbir espirisi yoktur. Filmin elle tutulabilcek bir yanı varsa o da Altan Erkek'linin baba rolüydü. Zaten kendisi burada yaşamayan burayı anlayamaz, anlatamaz sözüyle noktayı koyuyor. Bana göre bu anlamda o dönemi anlatan ve takdiri hak eden bir film varsa o da Güneşe Yolculuk gibi filmlerin de önünü açan Reis Çelik'in yazıp yönettiği 1996 yapımı Işıklar Sönmesin filmidir.
Sonuç olarak Mahsum her ne kadar resmi hizmete mahsus duygularla bir film yapmışsa da kendisi memleketin değerli evlatlarından olup kötü bir vatandaş değildir. Ülkesini seven, vergisini ödeyen hatta ve hatta fobileriyle barışık olup bir aydın edasıyla toplumsal sorunlara el atan bir hemşehrimizdir (kendisinin deyimiyle). R.İvedik hayranı yurdum insanının bu filmi çok beğeneceğinden hiçbir şüphem bulunmamaktadır. Mahsum da bu sevgiden güç alarak Kürtlerin acısı neticelenmeden Oscar için bir şey diyemem ama bamya, portakal ya da koza gibi sanatla yakından uzaktan bir alakası olmayan tamamen halkı ve doğayı temsil eden isimlerin verildiği fakat halktan, haktan ve doğadan uzak olan film festivallerinde birincilik ödülünü alıp masum masum evinin yolunu tutmasında bence hiçbir sakınca da yoktur. O zaman biz de 'Şen olasın Bingöl eli ne yiğitler yetiştirmişsin de biz değerini bilemedik' deriz...
NURİ ÖZDEMİR
Diyarbakır eğitim sen üyesi
Öncelikle, 'Önce öldür, sonra film yap' modası ülkemizin sınırlarını yavaş yavaş zorlamaya başladığını söylemeliyim. Almanya,Vietnam , Filistin, Ruanda Afganistan ve daha nice coğrafyalar bu modanın birer örneğiydi. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi, yüzleşmek denilen şey bu mu? Bundan şüpheliyim desem herhalde karamsar sayılmam. Burda kurcalayıcı iki durum söz konusu. Birincisi filmleri izlerken 'a' ne güzel öldür-ül-müşler- mi?, Ya da - ay kuzum içim gitti valla! gibi yapay duyguları ifade eden cümleler mi avunacağız yoksa! Filmi bir kenara bırakıp varolan realiteye dimdik bakarak nedenlerini mi sorgulayacağız? Birincisinin taraftarının daha kalabalık ve daha fanatik olacağı üzerine şimdiden bahse girebilirim.
21.yy da Kürtlere acıyarak yaklaşmanın Kürtleri hep acınacak durumda bırakmayla aynı anlamı taşıdığını belirtmekte fayda var. Filmde de böylesi bir duygusal seramoni yaratılmaya çalışılıyor. Bildiğim kadarıyla bir bakan bile filmi izlerken ağlamış. Kimseye aman ağlamayın ne olursunuz deme hakkımız yok. Ağlamak sınırsız bir özgürlüktür ve gözyaşı insanın en saf hali olup Kürtlerin de en aşina olduğu hallerden bir tanesi belki de en önemlisidir. İnsan bu gözyaşı ve acı sendromundan sonra işe mantıksal çerçevede bakınca şunları sormadan edemiyor. Ağlıyorsanız niye hala ağlatıyorsunuz. Acıyorsanız niye hala acı çektiriyorsunuz. Yok eğer acımıyorsanız karşınızdaki güçlüdür o zaman niye ciddiye almıyorsunuz derim size...
Kürt sorunu sanata malzeme yapılacaksa biraz daha vicdan ve cesaret biraz daha gerçek biraz daha zamanlama payı iyi kullanılırsa daha iyi sonuçlar alınmaz mı? Yoksa savaş ile yeterince bir pazara dönüştürülen Kürt sorunu, yasal anlamda hiçbir güvenceye kavuşmamışken bir de sanat yoluyla farklı bir sektöre dönüşecektir. Bölgede kuma, erkeklerin erkek çocuk istemesi, kan davaları (ki modern savaşlar en büyük kan davaları değil midir? ) gibi artık çok az görülen meselelerin güncellendiği dizi filmler bunun somut örneğidir. Diziler bölgenin yaşamını son model jiplerle elli yıl geriden takip ediyor. Böylesi film ve dizilerin ortak özelliği Kürtlerin bu film ve dizilerde anlatılanların çok daha ötesinde olaylar yaşamışken ve aslında birçok konuda yol kat etmişken bunlara değinmeyip işlerine geldiği gibi davranmalarıdır.Yani hiçbir şey eskisi gibi değildir.Yani güneşi görmek değil güneşe dokunmak ya da bulut olmaya çalışmak değil bulutun kendisi olmak gibi bir realite görmezden geliniyor.
Şunu görmemiz gerekiyor. Kürtler artık Ramo Memo değildir ya da kimse Mahsum'un filmde yaptığı gibi erkek evladım olsun diye dizlerini titretmiyor artık .Dönüp dönüp aynı mevzuları tekrarlamak yerinde saymayı meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Mahsum Kırmızıgül bu diyalektiğin neresindedir acep? Zorunlu göçe tabi tutturulan kaç aileyi Norveç'te siyah jipli solcu dayıları karşıladı,ya da sürgünde yaşayan kaç solcunun siyah jipi veya sarışın eşleri var.
Peki, açlığın, yoksulluğun, yersiz-yurtsuz kalmanın ve ölümün ortasında zorunlu göç mağduru travestiyi kim nasıl anlasın be adam? Kürtler töre cinayetlerinden vazgeçip bu sefer de travestileri mi öldürüyorlar diyecez.Ya erkek çocuğun çamaşır makinesine atılmasına ne demeli? Bunu Kürtlerin cehaleti olarak mı algılayacağız yoksa arabesk bir akımdan kopup gelen bir sinema cahilliği, sinema yetmezliği olarak mı?
Eğer Mahsum bu filmi bundan on altı yıl önce yapmış olsaydı biraz daha etkileyici olabilirdi.Yazık ki on altı yıl önce Mahsum alem buysa kral benim şiarıyla yola çıkmıştı (filmde de erkek çocuk sahibi olma isteği, erkek krallığının bir nostaljisi olarak bu şiarın hala taptaze olduğunun ipuçları gibi duruyor) ve tamda 80'den sonra depolitize edilmiş toplumumuzun duygularını okşayan bu şiarla ortalığı kasıp kavurmuştu. Ferdi'nin Orhan'ın ve Müslüm'ün yapamadığını o yapmıştı. Orhan abiler, Müslüm babalar birer mucit gibi jileti keşfetmişlerdi. Abi ve Baba olma payını kendilerine ayırıp kutsal bir ayinle, cılızlaşan halkı kanatarak onlara dizlerinin üstünde yaşamayı öğretmişlerdi. Neyse ki Mahsum halkı ayağa kaldırmıştı. Beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır misali herkes her şeyi Mahsum sayesinde unutmuştu.
Böylesi bir yanılsama arenasında Kardeşim Mahsum Ortadoğuya has melankoliye , ezikliğe, çaresizliğe ve sömürülmeye rağmen bir boğa hırçınlığıyla arenaya dalıp niye herkesin kral olmadığını derin derin işliyordu o zamanlar. Bu türküyü dinleyen herkes psikolojik bir boşalmayla beraber bir türkünün sözlerinde kısa bir süreliğine bile olsa kendilerini krallar gibi hissedebiliyordu. Zaten bütün sorun da buydu ya. Kraaaaaaal olmak. Netekim sokaklar çıplak krallardan geçilmez oldu ya. Ne çabuk unuttunuz...
O yıkılmadım ayaktayım ile dertleriyle başbaşalığını haykırırken yanı başında binlerce insan yerlerinden yurtlarından ediliyordu ve aslında yıkılan şeyin bir insanın arabesk duyguları değil binlerce yıldır beraber yaşayan halkların duygudaşlığı, kardeşliği ve akrabalığıydı. Belki de en önemlisi yitirilen empatiydi. Mahsum o zamanlar bunları hissedemiyecek kadar ya kurnaz idi ya da korkak. O bebeğim derken yüzlerce bebeğin babasız büyüdüğünü, soğuk, karanlık ve köhne odalarda nasıl büyütüldüklerini çok iyi biliyordu. Mahsum biraz buralardan geliyor...
Tabi ki tüm bunların müsebbibi Mahsum'dur diyecek kadar insafsız değilim. Eleştirilen şey sürekli aynı notadan ses veren, bıkıp usanmadan kulağımızı tırmalayan gazelin kendisi ve as solistleridir. Eleştirilen şey ezberci mantığın beyaz perdeye taşınmasıdır. Niyetimiz Mahsum'a evlat bu işi beceremiyorsun sen git kral ol demek değil. Ama şu bir gerçektir ki kendi kusurlarının farkında olmayan birisi birilerinin hayatını kusurlu bir film haline getiriyorsa o birilerinin de o kusurları eleştirme hakkı tabi olacaktır. Hiçkimsenin masum olmadiği ülkemizde Mahsum hiç masum değildir. Bu acı ikliminde aydınların ve politikacıların payı olduğu kadar Mahsum ve saz arkadaşlarının (İbo artık büyümüş Emrah vb.) payı çok daha büyüktür. Çünkü yıllarca Türk halkını kandıran da kendileriydi. Şirin şirincik görünerek aslında hiçbir sorunun olmadığını, Kürtlerin hepimizin bildiği ortak türkülerle ortalığı şenlendirdiğini ve dudak dudağa öpüşüp film bile yapabileceklerini onlar bize gösterdiler.
Bu nedenle Güneşi Görmek gecikmiş bir refleks gibidir. Gecikmiş refleksin ise hiçbir espirisi yoktur. Filmin elle tutulabilcek bir yanı varsa o da Altan Erkek'linin baba rolüydü. Zaten kendisi burada yaşamayan burayı anlayamaz, anlatamaz sözüyle noktayı koyuyor. Bana göre bu anlamda o dönemi anlatan ve takdiri hak eden bir film varsa o da Güneşe Yolculuk gibi filmlerin de önünü açan Reis Çelik'in yazıp yönettiği 1996 yapımı Işıklar Sönmesin filmidir.
Sonuç olarak Mahsum her ne kadar resmi hizmete mahsus duygularla bir film yapmışsa da kendisi memleketin değerli evlatlarından olup kötü bir vatandaş değildir. Ülkesini seven, vergisini ödeyen hatta ve hatta fobileriyle barışık olup bir aydın edasıyla toplumsal sorunlara el atan bir hemşehrimizdir (kendisinin deyimiyle). R.İvedik hayranı yurdum insanının bu filmi çok beğeneceğinden hiçbir şüphem bulunmamaktadır. Mahsum da bu sevgiden güç alarak Kürtlerin acısı neticelenmeden Oscar için bir şey diyemem ama bamya, portakal ya da koza gibi sanatla yakından uzaktan bir alakası olmayan tamamen halkı ve doğayı temsil eden isimlerin verildiği fakat halktan, haktan ve doğadan uzak olan film festivallerinde birincilik ödülünü alıp masum masum evinin yolunu tutmasında bence hiçbir sakınca da yoktur. O zaman biz de 'Şen olasın Bingöl eli ne yiğitler yetiştirmişsin de biz değerini bilemedik' deriz...
NURİ ÖZDEMİR
Diyarbakır eğitim sen üyesi
0 yorum:
Yorum Gönder
Dürüst ve seviyeli olunuz...
İmzasız yorumlar için altta buluna 'Yorum Biçimini' Anonim olarak seçiniz.